Bir sömürge askerinin zihin anatomisi
Erich Maria Remarque’ın ‘Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’ adlı romanında çarpıcı bir hastane sahnesi var. Savaşı on dokuz yaşındaki genç Paul’ün anlattıklarından dinliyoruz: “Mezarlık bir viraneye dönmüş. Tabutlar ve cesetler etrafa saçılmış. Bu ölüler bu gece ikinci kez öldürüldü ama cesetlerin her birine püskürtüldü. kabirden birimize kalkan oldu ve canımızı kurtardı.”(1)
Savaşın gerçek yüzünün bu kadar çarpıcı birkaç açıklaması var. Gerçekten de ölülerin bile öldüğünün söylendiği bir pasajdır. Kitap, insanın doğayla, insanın kendisiyle, insanın yaşamla ilişkisine odaklanmakla kalmıyor, aynı zamanda insanın ne kadar yıkıcı olduğunu ve hayatta kalma çabasının ne kadar güçlü olduğunu anlatıyor. Tolstoy’un ‘Savaş ve Barış’ı, Ernst Junger’in ‘Çelik Fırtınaları’, Ernest Hemingway’in ‘Çanlar Kimin İçin Çalıyor’u ve daha birçok savaş romanı bu listeye eklenebilir. Hepsinin ortak noktası aşağı yukarı benzer: Savaş, insanlık için büyük bir yıkımdır. Bu kitapların hemen hepsinde ya ilahi anlatıcının ya da kahramanın gözünden okuyucuya aktarılanlar vardır. Hiçbirinin savaşa katılan kişinin akıl girdaplarında yaşananlara, içinde köpüren cehennemde yaşananlara dair bir anlatımı yoktur. Sadece gösterilenin dehşeti var. Okur olarak roman karakterinin gördüğünü görür, düşündüğünü düşünür, hissettiğini hisseder ve tıpkı kendisi gibi burnuna konan sineği kovarız. Örneğin, yukarıdaki pasajı okuyan pek çok okuyucu, yalnızca bir askerin gördüklerini görür, ancak askerin zihninin nasıl bir yıkıma uğradığını bilmez. Meğer savaşın gerçeği sadece bu sözü söyleyen askerin gördüğü değil, aynı zamanda aklından geçenlerdeymiş.
Remarque, diğer savaş romanlarında olduğu gibi bir askerin zihninin yok oluşunu anlatmıyor. Paul’ün zihni yok olsaydı, ‘Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’ karakteri bize ne söylerdi?
Antonio Lobo Antunes bu soruyu sormuş olmalı, çünkü bir cevap bulmak için ‘Dünyanın Sonundaki Yer’ adlı hayatta kalmak isteyen bir askerin hikayesini yeniden yazdı. Kitabın konusu, Portekiz kolonisi Angola’da ayrılıkçı militanlarla sömürge savaşına katılan bir askerin tanıklığı ve çoğunlukla da paramparça zihninde yaşadıklarıdır. Ancak askerin gördükleri yukarıda bahsedilen romanlardaki gibi sıradan bir tanıklık değil, kitapta anlatılanlar daha çok parçalanmış bir hafıza, psikolojik travmalar, kişilik bölünmeleri, şüphecilik, korku, unutkanlık, dağınık hatırlama, hatırlayamama, ve en önemlisi hayatta kalma çabası. “Ortak arzumuz ölmemekti anlıyor musun bizi birleştiren tek bağ buydu, ben ölmek istemiyorum, sen ölmek istemiyorsun, o ölmek istemiyor, biz istemiyoruz. ölmek, sen ölmek istemiyorsun, onlar ölmek istemiyorlar…” Bu sadece Salazar’ın faşizmine karşı ayakta kalmak isteyen Portekizlilerin ortak duygusu değil.
‘Dünyanın Ucundaki Yer’ bu açıdan özel bir metindir. Eser birçok savaş romanıyla ibretlik bir biçimde başlıyor: “Doktor ve kan, doktor ve kan, doktor ve kan, diyordu radyo, sıhhiye kulübesi önünde kollarını sıvamış askerler kan vermek için bekliyor, hareketsiz kalan yaralılar. sedyelerde ağız kenarlarından ağır ağır nefes alıyorlardı, gözleri kapalı, geceleri vahşiydiler, köpekler çitin etrafında havlıyorlardı, hayvanları duyabiliyor musunuz, diye mırıldandı teğmen, sıcak nefesi kulağıma çarpıyordu, sigaralar yakılıyordu. kibrit olmadığı için ileri geri aydınlandı, Bize somut sonuçlar göster, dedi albay ve göstermemiz gereken tek şey takma bacaklarımız, tabutlarımız, sarılık, sıtma, cesetler, yıkıntılar. Araçlarımız vardı.”
Ancak roman aynı şekilde devam etmez, sürekli bir hayal kurma hali, bir rüya hali ve gerçeğe çarpan dağınık düşünceler vardır. “Çünkü biz gerçeğiz ve gerisi hiç var olmadı…”(3)
Bu pasaj tıpkı ‘Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’ta olduğu gibi savaşın nasıl göründüğünü ve bir askerin izlenimlerini anlatıyor, ancak metnin geri kalanında aktarılanlar bunların çok ötesinde. Sonrasında amnezi unutmak ve hafızanın gerçeği yeniden keşfetmesidir. Kitabın bu karanlık anlatımına geçmeden önce Portekiz’in sömürge savaşının tarihine bir parça da olsa göz atmak faydalı olacaktır. Yirminci yüzyılda Portekiz’in Angola kolonisi, “Salazar rejimi” olarak da bilinen Estado Novo (Portekizce: Yeni Devlet) tarafından yönetiliyordu. António de Oliveira Salazar, 28 Mayıs 1926’da Demokratik Birinci Cumhuriyet’e yaptığı askeri müdahalenin ardından yönetimi ele geçirir ve kırk bir yıl süren faşist bir rejim kurar. Darbeden yıllar sonra Portekiz kolonilerindeki savaş tırmanmaya başlar. Bunun üzerine 1951’de faşist yönetim Angola’nın statüsünü koloniden Portekiz Eyaleti’ne yükseltti. Buna rağmen, Angola hükümetinin birkaç üyesi dışında tamamı Portekizlidir ve aldıkları kararlar yalnızca Avrupa’da kararlaştırılan politikaların uygulanmasına dayanmaktadır. 25 Nisan 1974’te en kanlı sömürge savaşları yaşanır, savaş o kadar yıkıcı olur ki ülkede rejime karşı tepkiler artmaya başlar. Ordudaki alt rütbeli subaylar tarafından başlatılan ve geniş halk desteği alan Karanfil Devrimi ile Salazar diktatörlüğü sona erer. Portekiz’in sömürge savaşı, Angola’nın 11 Kasım 1975’te bağımsızlığını kazanmasıyla sona erdi ve şehirlerini harap bir enkaz halinde bıraktı. “Malanje bugün iç savaşın tamamen harap ettiği bir moloz yığını. Bombaların gereksiz, gülünç şiddetiyle tanınmaz hale gelen topraklar, dumanı tüten harabeler, cesetler ve ölümle dolu bir yer.”(4)
Antunes’in ‘Dünyanın Sonundaki Yer’ adlı romanı, pek çok eleştirmen tarafından Portekiz’in Salazar döneminden geçen ve 1975’e kadar devam eden yirminci yüzyılın eleştirisi olarak değerlendiriliyor. dünyada edebiyat, özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısında “hafızanın” yaratılmasına öncülük etmiş ve kitleler için bir direniş kalesine dönüşmüştür. Bu bakımdan o yıllarda edebiyatın, siyasetle yan yana sayılan, diktatörlüklere direnen insanların mücadelesini temsil eden bir araca dönüştüğünü görmekteyiz. Nitekim romanın konusu ve toplumsal duyarlılığı bu eleştirileri haklı çıkarmak için değerlidir. Romanının amacı faşizmi edebiyat yoluyla teşhir etmektir. Bir yazarın da görevi bu değil midir?
Kitapta savaşa katılan bir askerin çocukluğundan gençliğine, gençlik döneminden evlilik yıllarına, çocuk sahibi olduğu andan eşiyle olan hayatına kadar pek çok konuyu ele alıyor.
Roman karakterini bazen çocukken Lizbon sokaklarında, bazen ailesiyle kurduğu istikrarsız ilişkilerin eşiğinde, bazen de Benfica futbol takımıyla ilgili heyecanlı sohbetlerin ortasında görürüz. Aile hatıraları dışında her şeyden memnun, çünkü aileyi Salazar’ın faşizminden farklı görmüyor. Antunes bu yaklaşımında haksız değil; çünkü faşizm önce ailede kök salar ama sokakta yenilir. Roman karakterinin çocukluk tatmini asker olarak Angola’ya gidene kadar devam eder. Devamında ise zihinsel bir yıkım, ahlaki bir sorgulama ve her zaman keyifli vakit arayan bir insanın zihnindeki gelgitler yaşanıyor. Bir askeri bu derece mahveden, sömürge savaşının yanlış olduğunun farkına varmasıdır. Bunu yaparken Antunes, emsal savaş romanlarından farklı bir anlatı izliyor. Bir askerin yaşadığı travmayı “özel hayatı” üzerine yerleştiriyor ve kesik bir anlatımla okuyucuya sunuyor. Bu durumda metni güçlü bir postmodern anlatıya dönüştürür. Dolayısıyla kitapta alışılagelmiş romanlardan farklı ve bu açıdan okumayı zorlaştıran kronolojik olmayan bir anlatım söz konusudur. Bu zorluğun nedeni, anlatıcının sorgulamaları sonucunda belleğinin parçalanmış olmasıdır. Çünkü romanın anlatıcısı öldürmesi emredilen bir asker ama aynı zamanda yaptığının yanlış olduğunu da düşünüyor. Faşist bir yönetim adı altında savaşa katıldığını bilecek kadar farkındadır ama her şeye karşı çıkmayı göze alamamaktadır. Hayatta kalmak için öldürür ama bu konuda kendini suçlu hisseder. Kendini suçladığında güçlüdür ama emirlere uymak zorunda olduğu için zayıftır. Çelişkilerin giderek travmaya dönüşmesi de bu açıdan anlaşılır. Bu çelişkili ruh hali, Portekiz’in 1926’dan başlayıp 1974’e kadar süren kanla beslenen zihninin tam anatomisidir. Bir asker için hayatta kalma dürtüsü çok önemlidir, ancak bu, savaşın saçmalık olduğu ve kimin kim olduğunu sorgulamanın olmadığı anlamına gelmez. hizmet ediyor. “Kuduz köpekler değildik ama bizi laboratuvar fareleri gibi kullanan ve umursamayan ikiyüzlü Devlet için bir hiçtik.” (5)
Angola savaşı, Karanfil Devrimi ile sona erer. Bunda, Portekiz’in faşist yönetimi altında Angola halkının yürüttüğü bağımsızlık savaşı kadar, savaşa katılan Portekiz baltalarının da büyük payı vardır. Hem diktatörlüğü hem de savaşı sona erdiren bu karşılıklı iradedir.
‘Dünyanın Sonundaki Yer’ birçok yönden özel bir roman ve hakkında yazılacak çok şey olacak. Kitap, bir askerin ruhsal bunalımı, zihinsel olarak paramparça olmuş Portekiz toplumunun kurtuluşu, Angola halkının kimlik mücadelesi, savaşın dehşeti, faşizm eleştirisi ve sömürgeciliğin ahlaksızlığı olarak okunabilecek değerli bir metin. Postmodern anlatımıyla düz bir çizgide ilerlemeyen kitap okumayı zorlaştırsa da anlatıcının zihninin girdaplarında dolaşmak, sürüklenmek, zaman kavramını unutmak okuyucuya keyif verebiliyor. okuma zamanı.
dipnotlar
1. Batıda Yeni Bir Şey Yok, Erich Maria Remarque, Oda Yayıncılık, Çev. Nurten Tunç, S. 53
2. Dünyanın Sonundaki Yer, Antonio Lobo Antunes, Monocle Yayınları, Çev. Duru Örs, S. 58
3. age s. 82
4. Dünyanın Sonundaki Yer, Antonio Lobo Antunes, Monocle Yayınları, Çev. Duru Örs, S. 163
5. Dünyanın Sonundaki Yer, Antonio Lobo Antunes, Monocle Yayınları, Çev. Duru Örs, S. 115